
Haset… İnsan ruhunun en eski yol arkadaşlarından biri aslında. Çünkü ne tamamen siliniyor ne de yok sayılıyor. Kimi kültürlerde şeytanın fısıltısı olarak görülürken kimilerinde başarıya giden yolda gizli itici güç olarak görülmüştür haset. Bizim toplumumuzda ise toplumsal dokunun hem görünmez bir ipliği hem de bazen en keskin bıçağıdır.
Hani öyle durumlar vardır, ‘’ Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.’’ atasözüyle başlarız söze örneğin, ama işin aslı bu kazın tüylerini yolma isteği insanın içinde bir yerlerde pusuya yatar. Batı toplumlarında genellikle bireysel bir zaaf olarak ele alınır haset. Öyle ki Cain ‘in (Kabil) , Abel’e (Habil) duyduğu kıskançlık İncil’in satırlarında dram dolu bir trajediye dönüşür. Modern dünyada bir iş arkadaşının terfisine duyulan sessiz öfke olarak belirtebiliriz haseti. Doğu’ da ise özellikle Hint ve Budist öğretilerde haset,bir zincir gibidir : insanı özgürlükten alıkoyan , ruhu karartan bir yanılsama… Peki ya bizde? Bizde ise toplumsallığın ayrılmaz bir parçası olmuştur neredeyse. Örneğin ,aynı mahallede komşunun biri yeni bir ev yahut araba aldığında ,düğünde takılan altınlar sayıldığında, çocuğun okul başarısı duyulduğunda gözler fal taşı gibi açılır, dudaklar bükülür…
Bu duygu sadece bir kıskançlık değildir, aynı zamanda bir ait olma çabasıdır da aslında. Bizim ülkemizde birey topluluk ile var olur; bu yüzden bir yere ,bir kişiye, bir topluluğa ait olmak ister. İşte bu topluluk ile var olma penceresinden baktığımız zaman yukarıda söz ettiğim komşunun kazının aslında kendi eksikliğimizin aynası olduğunu söyleyebiliriz.
Anadolu ‘ya,köylere, birçok yerel kültüre dönüp baktığımızda ’nazar değmesin’ diye dualar edildiğini,kurbanlar kesildiğini,tahtalara vurulduğunu görebiliriz. Çünkü haset görünmez bir ok gibi saplanır yüreğine. Bu yüzden midir ki ‘’ gözü olanın gözü çıksın’’ deriz hem korunma hem beddua isteğiyle.
Haset ,edebiyatımızda da kendine geniş bir yer bulur. Örneğin Orhan Pamuk’un ‘Kara Kitap’ adlı eserinde karakterlerin birbirine duyduğu karmaşık kıskançlık İstanbul’un labirent sokaklarında bir gölge gibi dolaşır. Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ inde ise ağaların köylülere , köylülerin ağalara duyduğu haset toprağın ve kanın hikayesine karışır. Belki de bu duygu bizim hikayelerimizin yakıtıdır; ne tamamen kötüdür ne de masum !
Haset duygusunu farklı temeller üzerinden irdelersek kendini yetersiz hissetme,rekabet duygusu, onaylanma ihtiyacı, güvensizlik ve özgüven eksikliği, toplumsal karşılaştırmalar gibi başlıklar sıralayabiliriz. Bu bağlamdan baktığımızda başkalarının başarısının onlara kendi eksikliklerini hatırlatan insanları, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde birbirlerini rakip gören kişileri,kendilerini değerli hissetmek için övgüye ve takdire ihtiyaç duyanları , kendi potansiyeline inanmayan insanları görmek pek de zor olmayacak. Bunlardan biri biz de olabiliriz! Hangimiz ‘’ Benim içimde hasete yer yoktur arkadaş.’’ diyebiliriz? Düşündük mü ? Bence hiçbirimiz.
Neticede insani bir duygu olsa da haset insanı içten içe kemiren bir zehirdir. İlişkileri bozup iç huzuru yok eder. Günümüzden , gündelik yaşamdan , örnek verlim : aynı iş yerindeki kişilerin veya aynı sektörde fakat farklı yerlerde olan insanlara , sosyal çevremizdeki insanlara bir bakalım, kaç tanesi gerçekten mutlu olmuş bir diğerinin başarısına ya da dudak bükmüştür?
Oysaki bunun yerine başkasının başarısını takdir etmek,kendini geliştirmeye yönelmek daha güzel olmaz mı? Hem ruhu hem ilişkileri daha sağlıklı hale getirmez mi?
Bakın Friedrich Nietzsche haseti nasıl tanımlamış : ‘’Haset , insanın kendini gerçekleştiremediği yerlerde başkalarının yükselişine duyduğu öfkenin adıdır.’’ der. Yani bastırılmış arzuların ve potansiyelin dışavurumudur. Bir başkasının gücü , başarıya ulaşması ya da kendilik serüveni diğerlerinde içsel bir tehdit algısı yaratıyor. Nietzsche bu duyguyu ‘ kendi olamayanların başkasına duyduğu öfke’ olarak tanımlamıştır. İşte Nietzsche’nin tanımı da yukarıda bahsettiğimiz durumları çok güzel açıklamakta ve desteklemektedir.
Yazımızın başında hasetin, insanın en eski yol arkadaşı olduğunu söylemiştim. Dolayısıyla sadece insanın kendinde olmayan ‘şeyi’ başkalarında görmesinden ötürü onların iyi hallerine duydukları tahammülsüzlükle sınırlandırmak haksızlık olur kanaatindeyim. Başarılı olmuş insanlarda haset olmaz mı peki? Hep eksik ya da başarısız olanlar mı hasetlenir? –Hayır tabii ! Aksine bazıları için ilerlemenin yolu hasetten geçer. Nasıl mı? Bu sorunun yanıtını Bertrand Russell’in şu sözlerinde bulabiliriz :
‘’ Haset,insan hayatındaki en güçlü ve en kötü duygulardan biridir. Aynı zamanda ilerlemenin de kaynağı olabilir.’’ der Russell. Oldukça ilginç olan yanı şu ki ne kadar yıkıcı bir tarafı olsa da onu doğru fark eden ve dönüştüren kişi için motivasyona da dönüşebileceğini anlatıyor Russell. Yani yıkıcı bir kıskançlık yerine ‘Ben de yapabilirim’e evrildiğinde bir güç haline gelebilir. Aksi halde Mevlana’nın dediği gibi haset bir ateş olup önce sahibini yakar ve sonra her şeyi…
Peki hasetten kaçış var mıdır? Belki yoktur ,ama onu tanımak ,ona bir isim koymak mümkündür. Haset insanın kendine bakma cesareti bulamadığı anlarda büyür. Başkasının ışığına gölge düşürmek yerine kendi lambamızı yakmayı denesek daha güzel olmaz mı? Kültürler yüzyıllardır buna yanıt arasa da biz kendi kültürümüzden yola çıkarak yanıtlayalım ve bitirelim yazımızı …
Evet belki de yanıt, bir fincan kahvenin telvesinde ,komşuyla edilen iki muhabbetin arasında gizlidir.
Haseeti yenen huzurla kalın,muhabbetle…