“Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten… Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir «hişt hişt» sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
- Hişt hişt!”
(Sait Faik Abasıyanık)
Acımasız ve zalim efendisinden kaçmayı başaran köle Androkles bir mağaraya sığınır. Orada kükredikçe her yeri titreten devasa bir aslan görür, korkudan donakalır ama aslan saldırmaz, kükremeye devam eder. Pençesindeki yarayı görünce korkmasına rağmen aslana yaklaşan Androkles, saplanmış bir dikeni çıkarır ve yarayı tedavi eder. Uzun süre bu mağarada dostlukla yaşarlar; ancak kralın adamlarınca yakalanan Androkles arenada hayvanlara yem olacaktır. Karşısına çıkan dostu aslan olunca, arenada ölüm yerine kucaklaşmalar izlenir. Hikâyeyi dinleyen kral hem Androkles’i hem de aslanı özgür bırakır. (Aulus Gellius)
Aslanın acısı ve Androkles’in korkusu, bu korkuya rağmen uzanan bir şefkatli el ile özgürlüğe ve mutluluğa dönüşür. Acının ve korkunun sesi birleşip güveni ve dostluğu doğurur.
Yüreği kanamamış, yaralanmamış kimse yoktur aramızda. Bilinçli olarak hatırlamadığımız zamanlardan içinde bulunduğumuz ana kadar sayısız yaralar açılmıştır ruhumuzda; bazıları iyileşmiş, bazıları sadece kabuk tutmuş, bazıları kanamaktadır hâlâ.
Bir söz, bir bakış, bir unutuş, bir yok oluş… “Öldürmeyen şey güçlendirir.” dese de Nietzsche, yaralı insanın kükreyişi sıklıkla içine içinedir.
Okulda zorbalığa uğrayan bir çocuk korunaklı duvarlar yükseltir çevresinde ama yıllar geçtikçe aldığı yaralar onu empatiyle donanmış bir yetişkine dönüştürür. Evladını kaybeden bir anne, işinden olan bir baba, hayalini gerçekleştiremeyen bir gencin de sığınağı yine kendi mağarasıdır. Fakat bazen sınıftaki öğretmenin, bir arkadaşın veya sokaktaki bir yabancının gülüşü, bir doktor ya da hemşirenin şefkatle uzanan eli, bir dostun sevgisi yaralının ruhundaki o dikenin çıkmasını sağlar. Küçücük bir iyilik, bir mesaj, bir sarılma, bir sessiz “yanındayım” hali, yürekleri dağlayan o acıları hafifletir.
Zamanla değişir her şey; küçükken bize devasa gelen birçok şey biz büyüdükçe küçülür: ruhumuzdaki dikenlerimiz hariç… Bir ses, bir koku, bir şarkı ya da bir mekân bizi tekrar Androkles’in mağarasına sokar ama bizler o mağarada acıdan kükrerken herkes cesaret edemez yanımıza yanaşıp yaralarımızı sağaltmaya.
Oysa hayatta herkes birbirinin aynasıdır aslında; biri yarayı taşıyan, diğeri o yaraya dokunup sağaltan. Bir öğretmen öğrencisinde kendi çocukluğunu görür; bir hemşire veya doktor hastasının korkusunu kendi kalbinde hisseder; bir yabancı ağlayan birine mendil uzatır… Öğrenen, öğreten, mekan veya zaman farklı olsa da derslerin içeriği hep aynıdır: Şefkat ve sevgidir insanın yüreğine en çok yakışan, ruhunu sarıp sarmalayan.
Her yaranın bir hikayesi vardır mutlaka; ister yaranın kendisi olsun ister arkasındaki hikayesi, sonuçta insanı dönüştürür, olgunlaştırır. Müzmin bir hastalıkla savaşıp kazanan birinin hissettiği sabır; yıllarca yürekte taşınan nefretten bir şekilde kurtulup öğrenilen affediş; yalnızlığından sıyrılıp insanlara karışanın barıştığı güven hissi; her türlü zorluğa rağmen kovalanan hayallerdeki cesaret… Hepsi aynı yoldur: acının içinden geçen insanın, ışığa varması. Bu yolda kendinden başka birinin varlığı ve desteği hem ışığa ulaşmayı kolaylaştırır hem de bu ışığın yoğunluğunu arttırır.
Korkmak ya da kaçmak değil, Androkles gibi aslanla yan yana yürüyebilmektir belki de insan olmak. Korkunun içinden geçip sevgi ve şefkatle uzanmak, hem kendini hem başkasını özgürleştirmektir.
Herkes düşmüş ve diz kapaklarını yaralamıştır yürümeyi öğrenmeye çalışırken… Diz kapaklarınızdan öpenleriniz, yaralarınızı anlayanlarınız bol olsun.
Sevgi’yle kalın…