Önceki yazımda Androkles ile pençesindeki dikenden kurtarıp iyiletirdiği aslanın dostluğu üzerinden insanın “öteki” ile kurduğu etkileşimin hayatımıza neler kattığından bahsetmiştim. Ancak hayatta her şeyin zıttıyla var olduğu düşünüldüğünde mitlerden, masallardan çıkarabileceğimiz anlamlar da değişedebilir. Pençesindeki dikenin açtığı yaradan dolayı duvarları kükreten aslan, Androkles ile karşılaşmasaydı? Ya da karşılaşma sonrası etkileşim mitte anlatıldığı gibi dostluğa ulaşmasaydı? Şartları nedeniyle ilk insanlar hayatta kalabilmek için hızlı, kurnaz, bencil ve hatta vahşi olmalıydı. Gerektiğinde ölmemek için öldürebilen, kendini yavaşlatmaması için yanındaki yaralı ya da sakat olanları geride bırakabilen biri olmalıydı.
Günümüz insanı olarak bizler de onların torunlarıyız; bazılarımız bu mirası bilerek ama zihinsel ve toplumsal açıdan evrilerek empatik ve duyarlı hale gelebilsek de, bazılarımız için yaşam hala savaşmamız gereken bir arena. Yaşamın bir arena olarak düşünüldüğü durumda Androkles, aslanın yarasını umursamaz ve yoluna devam ederdi ya da yaşam macerası aslanın sivri dişleriyle biterdi. Kimsenin ölmediği en pozitif sonuçta bile Androkles çıkarıldığı arenada başka bir aslana yem olur; mağaradaki aslanın yarası kabuk bağlar, acısı azalırdı belki ama derinlere inerdi pençesindeki dikeni. Kükremeleri duvarlardan yankılanıp karşılık bulamadıkça, sessizleşir ve yalnızlaşırdı yaşadığı mağara gibi. Acısına alışır ama artık her yaklaşmaya çalışana diş gösterirdi.
Oğuz Atay’ın dediği gibi aslanı “Acının şiddetli oluşu değil sürekli oluşu yorar.''dı. Bizler de yaralarımızı anlamayanlarla, sustuklarımızı duymayanlarla karşılaştıkça usul usul içimize dönerken gürül gürül vahşileşiriz. Vahşileştikçe herkesi iter, yalnızlaşırız. İyileşmeyen yaralarımız sürekli yükselen duvarlar örer etrafımıza. Ama biz insanlar diğer canlılardan farklıyız. “Yaşamak, kendi kendini adam etmektir. Zeka ve bilgini kullanarak etinden kemiğinden kendi heykelini yapmaktır.” diyen Goethe ve bu sözü “Self-made Man (Kendini Yontan Adam)” eseri ile görselleştiren Bobbie Carlyle’a göre insan kendinin heykeltraşıdır. Doğumdan itibaren aldığımız bilgilerle ilmek ilmek büyüyen ve adaptasyon geliştiren bir beyne sahibiz. Hangi şartlarda büyüdüysek o ortamda hayatta kalabilecek beceri ve donanımlar geliştiririz. Tam da bu nedenle mağaramıza kimse girmeye cesaret edemezse , içimizdeki yaralı aslanı iyileştirecek Androkles’i kendimiz yaratabiliriz. Yarayı iyileştiren belki de yardıma uzanan el'den çok kendine şefkatle bakan gözlerdir. Ve belki de yüreğimizde bizi kükreten o acılar, kendimizi bize hatırlatan dikenlerdir sadece. İkiliklerin dünyasıdır yaşadığımız: korku ve nefret, karanlık ve aydınlık, acı ve merhamet yan yanadır hep. Bu nedenle belki bizler de hem aslan hem Androkles olmayı öğrenmeliyiz. Belki de acı çeken aslan Androkles’in yüreğiydi ve belki bu yüreği pençesindeki dikenleriyle bir mağaraya kapatmıştı… kend! yüreğindeki dikeni çıkarmanın ne denli zor olduğunu biliriz. Ancak kendi acılarımıza şifa olmayı öğrenmeden başkalarının yaralarını nasıl iyileştirebiliriz? Korkularımızı aşmadan sevmenin mümkün olmadığı gibi… Kendi mağaramızdan çıkmak, bize ayna olacak öteki’lere karışmak için gereken cesaret!n ilk adımı, kendi pençemizdeki dikeni çıkarabilmektir… Çünkü insan, düştüğü kuyunun dibindeyken karşılaşır kendisiyle. “İnsan, en çok yarasından öğrenir; yeniden yürümeyi, yeniden bakmayı, yeniden sevmeyi… Her acı, kendine dönen bir yolculuktur.” der Aruoba. Kaçınılmaz olan kışlarda, içimizdeki yazlarla ısınmak dileğiyle…
Sevgi’yle kalın…