“İkilik kinini içimden atıp
Özde ben bir insan olmaya geldim.”
- Nimri Dede
2 Temmuz 1993, Cuma günü Sivas’ın ortasında, bir otelin içinde 33 aydın, sanatçı ve düşünce insanı yakılarak öldürüldü. Sazıyla, sözüyle insanlığa ışık olmaya, yaşamı yontmaya çalışanlardı bedenleri yakılanlar; yakanlarsa birkaç saat önce namazdan çıkan ama fikrimce imanı olmayan inançlılardı!
Sivas Madımak Katliamı, yalnızca oradaki kişilerin değil; farklı düşüncelerin, inançların ve kültürlerin yok edilmesi girişimidir. Mezhepsel nefretin, fikir karşıtlığının ve toplumsal önyargıların kolektif şiddete dönüştüğü trajik bir olaydır.
Ancak bu olay, tekil bir vaka değildir. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda, farklı gruplar, benzer gerekçelerle hedef alınmış; benzer yöntemlerle susturulmaya çalışılmıştır. Biraz geçmişe gidildiğinde sözleri, sazları ve düşünceleri değil sadece bedenleri yok eden bu yangının dumanının sadece Madımak Oteli’nden değil, tarihimizin başka karanlık bölgelerinden de yükselip yürekleri kararttığı görülür. Ve tabi ki görmek yetmez. Geleceğe dair sorumluluk almak ve yaşanılası bir dünya umudu taşımak için gerçeklerle yüzleşilmeli ve böylesine önemli olaylar tüm bağlamları ile anlaşılmalıdır.
2002 yılında Hindistan’ın Gujarat eyaletinde Hindu milliyetçileri resmi rakamlara göre 800 kişiden fazlası Müslüman olmak üzere 1044 kişinin, bağımsız kaynaklara göre 2000’den fazla kişinin hayatını kaybettiği katliamı gerçekleştirdi. Bu katliama neden olarak gösterilen 59 Hindu hacısının trende yakılarak öldürülmesi olayı bazı çevrelerce kışkırtma ya da provokasyon olarak nitelendirildi. Tren olayından hemen sonra Müslümanlara ait evler, camiler, iş yerleri, kadınlar ve çocuklar hedef alındı. Binlerce Müslüman diri diri yakıldı, kadınlara toplu tecavüzler yapıldı, hamile kadınların karınları deşildi.
Bireysel olarak seçemediğimiz, içine doğduğumuz “milliyet, inanç, cinsiyet…” gibi kimliklerin silaha dönüştürüldüğü bu örnekler, şunu açıkça gösteriyor: “İnsan öldürülmez, önce kimliği öldürülür. Sonra beden, artık sadece enkaz olur.” Bu tarz saldırılarda ortak olan belli durumlar vardır: Kimliklerin sınırları çizilir, “ötekiler” insan olarak görülmez ve önce düşman sonra kurban haline getirilir, toplum içinde yaygınlaştırılan nefret söylemleriyle şiddet sıradanlaştırılır. En nihayetinde devlet yetkilileri de susarsa kollektif şiddet meşrulaşır ve başlayan yangın başka yerlere de sıçrar.
Sivas Katliamı, halkın gözleri önünde, güvenlik güçlerinin varlığına rağmen yaşandı. Tıpkı 1921’de Amerika’daki Tulsa Katliamı gibi… Orada da siyah Amerikalıların yaşadığı Greenwood mahallesi beyazlar tarafından ateşe verildi. Aynı şekilde, 1938’de Almanya’da Yahudi dükkânları yakılırken polis ve askerler sadece izledi. Devlet gereken müdahaleyi yapmadığında toplumda barış ve adalet duygusu zedelenir, şiddet “halkın hak arama biçimi” gibi algılanmaya başlar. Aslında yapılanlara göz yummak veya sessiz kalmak da suç ortağı olmaktır. Çünkü “Bir devlet, sadece yaptıklarıyla değil; yapmadıklarıyla da tarihsel sorumluluk taşır.”
Sivas Katliamı’ndan yıllar sonra bile pek çok failin yakalanamaması, cezaların yetersizliği ve bazılarının “zaman aşımı” ile serbest kalması, adaletin yalnızca mahkemelerde değil, vicdanlarda da çürüdüğünü, çanların hepimiz için çaldığını gösterir. Adaletin olmaması ya da gecikmesi sadece geçmişin yaralarına değil geleceğe dair güvene de vurulan bir darbedir, çünkü “Yaraları büyütür, suçluları cesaretlendirir ve mağdurları susturur. “
Toplumsal belleğin kaybı da adaletin yokluğu kadar önemli ve tehlikelidir. Örneğin 1944’te Fransa’daki Oradour-sur-Glane köyü, Alman SS birlikleri tarafından yakılmış ve yüzlerce kadın ve çocuk kiliseye kapatılarak öldürülmüştü. Bu köy daha sonra dokunulmadan bırakılarak bir bellek mekânına dönüştürüldü. Oysa Madımak Oteli uzun süre lokanta olarak kullanıldı: “Üstü örtülmeye çalışılan her acı tekrar eder, iyileşmez…”
Sivas’ta toplumumuzun birlikte yaşama umudunu, kültürel çoğulculuk ve hoşgörü fikrini de yaktılar, sadece bedenleri değil. Bu olay, benzerleriyle birlikte değerlendirildiğinde, yalnızca Türkiye’ye özgü değil, insanlık tarihine dair evrensel bir meseleyi ortaya koyar: Tarih, bu tür olayları unutanları değil, yüzleşenleri affeder. Unutmamak, sadece kurbanları anmak değil; bir daha yaşanmaması için mücadele etmektir. Mücadelenin reçetesi bellidir:
* Tarihimiz, toplumumuz ve en sonunda kendimizle yüzleşmeli;
* Hukukun gecikmeyen, kapsayıcı ve adil olması sağlanmalı;
* Unutmaya değil öğrenip ders çıkaran toplumsal belleği oluşturmalı;
* En azından yeni gelen nesillere nefreti ve şiddeti değil, empati ve hoşgörüyü öğretecek müfredatlar uygulanmalıdır.
İkinci Dünya Savaşında ailesiyle birlikte toplama kampına gönderilen ve gözlerinin önünde kamyonlarla bebeklerin ve çocukların ateş kuyularına atıldığını gören yazar Elie Wiesel “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, ama itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı…” der.
UnutMADIMAKlımda çünkü sadece insanları değil, hoşgörüyü, saygıyı ve vicdanı da yakan o ateş sönmedi hala; unutmamak ve hatırlatmak, bugünün çocuklarına borcumuzdur.
Temiz bir vicdanla ve Sevgi’yle kalın…