SON DAKİKA
Hava Durumu

FETİH KAVRAMININ ZİRVESİ: İSTANBUL

Yazının Giriş Tarihi: 28.05.2025 16:55
Yazının Güncellenme Tarihi: 28.05.2025 16:56

Farklı milletlerin iştahını kabartan ve birçok kez kuşatılan İstanbul, son kez, kayıtlara göre, 29 Mayıs 1453’te, 1 ay 3 hafta 2 gün süren bir kuşatma sonunda Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildi. Bu fetih yalnızca askerî bir zafer değil; Doğu ve Batı dünyaları arasında bir medeniyet tasavvurunun uygulamaya konmasıdır.

İstanbul’un fethi, sadece bir çağın sonunu değil, aynı zamanda yeni bir çağın zihinsel altyapısını kuran bir dönüm noktasıdır. Bu olay, tarihsel sürekliliği, kültürel mirası ve insanlığın ortak bilinçaltını etkileyen bir simgeye dönüşmüştür. Zira fetih, yalnızca bir toprak parçasının kazanılması değil; ideolojik, kültürel ve medeniyetler arası ilişkilerin yeniden tanımlandığı bir eşiktir. Ancak her savaş bir “fetih” değildir. Bir savaşın fetih olarak nitelendirilebilmesi için meşruiyet, insan onuruna saygı, imar politikası ve tarihsel süreklilik gibi ölçütleri karşılaması gerekir.

İnsanlık tarihi boyunca savaşlar kaçınılmaz olmuş, devletlerin ve medeniyetlerin kaderi zafer ve yenilgilerle şekillenmiştir. Ancak her zafer, bir fetih değildir. Savaş yıkımın adıysa, fetih, bu yıkımdan sonra kurulan anlamın, düzenin ve idealin beden bulmuş hâlidir. Bu ayrım yalnızca askerî başarıyla değil; zaferin hangi amaçla ve nasıl kazanıldığıyla ilgilidir. İşte bu bağlamda, 1453 yılında Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’i fethetmesi, insanlık tarihinde yalnızca bir şehrin el değiştirmesi değil, aynı zamanda bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılması olarak okunmalıdır. İstanbul’un fethi, hem Doğu’nun hem Batı’nın tarihinde, nadir rastlanan bir “ideal fetih” örneği olarak öne çıkar.

Doğu’da, özellikle İslam medeniyetinde, “fetih” kavramı Arapça “f-t-h” kökünden türeyerek “açmak”, “önünü açmak”, “yeni bir kapı aralamak” anlamlarını taşır. Fetih; zulmün yerine adaleti, kaosun yerine düzeni getirmeyi amaçlar. Bu anlayışta fetih, yalnızca düşmanın mağlup edilmesi değil; insanın ruhuna hitap eden bir ahlaki eylemdir. Çünkü savaş değil, barış yüceltilir. İstanbul’un fethi, bu zihniyetin tarihsel karşılığını bulduğu bir örnektir.

Batı’da ise fetih genellikle “conquest” olarak tanımlanır. Roma İmparatorluğu’ndan modern kolonyalizme uzanan çizgide, fetih çoğu zaman güç gösterisi, ekonomik çıkar ve hâkimiyet motivasyonuyla yapılmıştır. Yerli halkların asimilasyonu ya da yok edilmesi bu anlayışta meşrulaştırılmıştır. Kartaca’nın Roma tarafından yerle bir edilmesi ya da Yeni Dünya’nın İspanyol-Portekiz sömürgeciliğiyle yağmalanması gibi örnekler, Batı’daki fetih anlayışının yıkım ve asimilasyonla daha sıkı ilişki içinde olduğunu gösterir. Doğu ve Batı yaklaşımları arasında net sınırlar olmasa da, insan hayatına ve kültürel değerlere verilen önem, bu kavramın anlam dünyasında temel bir fark yaratır.

İstanbul’un fethi, birçok açıdan tarihte tektir. Bu olay yalnızca bir başkentin el değiştirmesi değil, Bizans İmparatorluğu’nun sonunu ve Roma mirasının Osmanlı tarafından devralınmasını simgeler. Batı’da “Orta Çağ’ın sonu”, Doğu’da ise “İslam’ın yükselişi” olarak anlamlandırılmıştır. Bu fetihle birlikte İstanbul, yalnızca Müslüman bir imparatorluğun başkenti değil, aynı zamanda kültürel ve medeniyet bağlamında yeni bir kimlik kazanmıştır. Bu sembolik dönüşüm, fethi tarih üstü bir anlam katmanına taşır.

Bu fethi eşsiz kılan temel unsur, belki de onun ardındaki liderdir. II. Mehmet, yalnızca bir askerî deha değil; Yunanca, Latince, Arapça ve Farsça bilen; Roma ve Yunan tarihini incelemiş; felsefe, matematik ve astronomi gibi alanlarda derin bilgiye sahip bir hükümdardı. Ayasofya’yı camiye çevirirken onu yıkmadı; dönüştürerek yaşattı. İstanbul’u yağmalamadı; imar etti. Hristiyanlara, Yahudilere ve diğer gayrimüslimlere inanç özgürlüğü tanıdı. Bu, çağının çok ötesinde bir yöneticilik anlayışıydı. Caminin yanında kilise, medresenin yanında sinagog vardı. Topkapı Sarayı, Doğu’nun ruhunu Batı’nın estetiğiyle buluşturdu. Osmanlı, fethettiği bu şehirde bir “medeniyet merkezi” kurdu. Bu fetih, burada yıkım değil kurgu; yok etme değil yaşatma idi.

İstanbul’un düşmesi, Avrupa’da derin sarsıntılar yarattı. Bizans’tan kaçan bilim insanları Rönesans’ın gelişimine katkı sağladı. Doğu ile Batı arasındaki dengeler kökten değişti. Bu yalnızca Osmanlı’nın değil, insanlık tarihinin yönünü değiştiren bir olaydır. Bu nedenle İstanbul’un fethi, yerel değil; evrensel bir etkiye sahiptir.

Bu fetih yalnızca bir şehrin düşüşü değil, aynı zamanda bir medeniyetin yükselişiydi. Bu yükselişin en çarpıcı boyutu ise fetih sonrası gösterilen insana ve şehre yönelik özenli yaklaşımdı. II. Mehmet, surları aşmakla yetinmedi; şehrin ruhunu kaybetmeden yeniden doğmasını sağladı, savaşın yıktığını, bilgiyle, inançla ve adaletle yeniden ördü. İstanbul’un kalbinde camiler, medreseler, kütüphaneler, hanlar, hamamlar, çeşmeler yükseldi. Her yapının içinde bir dünya görüşü, her taşın ardında bir ideal yatıyordu. Bu şehir sadece taşla değil, düşünceyle, hoşgörüyle, çoğulculukla imar edildi. Taşlar dizilirken sadece yapılar değil, bir yaşam felsefesi yükseldi göğe. Fetih, insanı ezmek değil; insana alan açmak olarak anlaşıldı.

Bugün ise fetih sonrası kurulan bu yüksek medeniyet idealinin izlerini sürmek giderek zorlaşıyor. Göğe uzanan her beton, biraz daha gölgede bırakıyor geçmişin estetiğini; aceleyle alınan her karar, biraz daha aşındırıyor insanı önceleyen o büyük düşünceyi. İstanbul hâlâ büyüleyici ama yorgun; hâlâ kadim ama çelişkili. Betonun gölgesinde kalan tarih, hızın ve rantın içinde sıkışan insan, bize başka bir fetih çağrısı yapıyor: ruhun fethi, hafızanın canlandırılması, insanın yeniden merkeze alınması…

Geçmişte Ayasofya’nın kubbesi altında kilise ezgileriyle ezan sesinin yan yana yaşadığı bir şehirde, bugün farklılıkları çatışma değil zenginlik sayan bir anlayışa ne kadar yakınız? O dönemde halkların inancına, kültürüne ve yaşam tarzına gösterilen saygı; bugünün kent yönetiminde, toplumsal uzlaşmasında ve kültürel politikalarında ne kadar yer bulabiliyor?

Fatih’in kurduğu düzen, sadece zaferin değil, erdemin fethiydi. Bugün bu erdemi, bir imar planında, bir eğitim politikasında, bir kültür projesinde yeniden üretebiliyor muyuz? İstanbul hâlâ bir medeniyet merkezi olabilir mi; yoksa geçmişin ihtişamı, yalnızca kartpostallarda mı kalacak?

Gerçek fetih, şehirleri değil; insanı kazanmaktır. Ve en nihayetinde sorulması gereken şu: Biz, bir zamanlar insanı yücelten bir fetihten miras kalan bu şehre,
yeni bir anlam, yeni bir zarafet, yeni bir merhamet katabiliyor muyuz? Neredeyse bin yıl öncesinden seslenen Yusuf Has Hacib’in “Halk hükümdarın ahlakıyla ahlaklanır.” öğüdünü yerine getirebiliyor muyuz?

Yaşamdaki her alanda zarafetle ve Sevgi’yle kalın…

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    logo
    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.