Yılın ortası, yaz kadar teni yakmayan sıcağı ve bahar kadar serin esmeyen rüzgarıyla Haziran… Bazen bir ayrılığın habercisi, bazen de bir kavuşmanın eşiğidir. Ama yüreği inceler ve insana değil sadece kitaplara kurt olanlar için eksilen, susan, yarım kalan cümlelerin mezarlığıdır. Kalemi yazmaz olan büyük yüreklerin ardından yürüyen kelimelerin sessiz törenidir.
Ahmed Arif
“Bir insan bir insana, bu kadar mı iyi, bu kadar mı güzel anlatılır,
Ölüm bile güzelleşir, seninle konuşunca…”
— Anadolu
Kürt, Türkmen, Arap karışımı bir aileden gelen Ahmet Arif barışa, bayrama, kaygısız uykulara ve otuz iki dişiyle gülmeye hasretti. Bir hasret şairiydi: Ama bu hasret sadece bir sevgiliye değil; memlekete, kardeşliğe, özgürlüğe ve yaşanmamış-yarıda kalmış bir ülke hayalineydi. Sevgiyi, direnişi, yalnızlığı ağıta dönüştürdü Arif. Onun şiiri, sadece kelimelerden değil, yaralardan, sevdalardan, öfkelerden yapılmıştı. 1959’da yayımlanan tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” Türk edebiyatının en çok baskı yapan şiir kitabı oldu. Sevdiğine “Yokluğun cehennemin öbür adıdır, üşüyorum kapama gözlerini.” diye seslenen Arif’in sesi ve soluğu kesildi 2 Haziran 1991’de. Bu ülkeyi ve halkı sevmek gibi bağışlanmaz ve korkunç bir suçla gömüldü yüreklerimize…
Orhan Kemal
“Yaşamak güzel şey be kardeşim,
Hele bir de emeğin varsa…
Ölüm mü?
Biz onu yoksulluğa gömdük çoktan.”
— (Mektuplarından derlenmiş)
Emekçilerin, köylülerin, işçilerin, kenar mahallelerin fakir dünyasını yücelterek değil insanileştiren bir bakışla anlatır Kemal. Ezilir ama yılmaz, yoksul ama umutludur O’nun insanları. Yaşam mücadele ile doluysa da yaşanmaya değerdir ama kesinlikle onurlu kalarak. Ölüm ise kaçınılmazdır ama “İnsan ölse bile, arkasında bir şey bırakmalı. Bir iz… Bir iz bile yeter.” der halkın içinden çıkan ve kendisinin ifadesiyle kursağından hakkı olmayan bir kuruş geçmeden 2 Haziran 1970’de bir dolu iz bırakan Kemal…
Nazım Hikmet
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…”
— Davet
Faşizme karşı hürriyet kavgasının neferi Nazım sürgünde öldü, vatan hasretini yüreğinde gömülü taşıyarak. Yalnızca bir şair değil, bir ses, bir direniş, bir çağrı, bir özlemdi. O, hayatını şiir gibi yaşamaya çalışan bir adamdı. Ve ne yazık ki bu şiir, çoğu zaman zindanda yazılmıştı. 13 yılı aşkın hapishane hayatı, Türkiye’nin en uzun şiirlerinden biridir aslında. Mavi gözlü devin her daim aşkla çarpan yüreği 3 Haziran1963’te sustu. Dost omuzbaşlarını omuzlarının yanında duyup, kellesini orta yere, yüreğini yumruklarının içine koyup yürür hala emeği için direnen ve ekmeği için savaşan her devrimcinin yanında. Dizeleri hâlâ Türkiye’nin rüzgârında savrulur.
“Sen yanmazsan, ben yanmazsam
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
(Kuvayi Milliye’den)
Ahmet Haşim
“Akşam, yine akşam, yine akşam…”
8 yaşına gelene kadar Türkçe bilmeyen ama büyük şairlerimizden olan Ahmet Haşim’in akşamları, artık hiç sabaha ermez. Şiiri bir renk, bir sis, bir iç çekiştir. Onun kaleminde zaman yavaş akar, kelimeler birer fısıltı olur. 4 Haziran 1933’te “eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprakla, ağır ağır çıktığı merdivenler”in sonuna geldi Haşim.
Cahit Zarifoğlu
“Burası dünya!
Ne çok kıymetlendirdik,
Oysa bir tarla idi,
Ekip, biçip gidecektik.”
Zarifoğlu, babasından her anlamda uzak büyümüş olmasına rağmen, tüm çocuklara duyarlı ve kendi çocuklarına da örnek babalık yapan edebiyatımızın “çocuk kalpli adamı”dır. Onu okumak biraz çocuk gözleriyle bakmak gibidir dünyaya; hem masumiyetin içinden, hem karanlıkla mücadele eden bir ışığın sesinden konuşmaktır. Çünkü O’na göre çocukluk insanın en temiz halidir ve o hali korumak şiir kadar önemli ve değerlidir.
“Bir değirmendir bu dünya,
Unutma.
İçinde insan öğütür.
Ve sen
Ey oğul
Kalbini bir güvercin kalbi gibi
Temiz tut…”
Hayatın sertliğine karşı kalbi korumayı öğütleyen şair 7 Haziran 1987’de öldüğünde yetim kaldı şiirlerinin ve hikayelerinin çocukları.
Abdurrahim Karakoç
“Ben ne dindarım, ne solcuyum, ne sağcıyım. Ben halkçıyım. Çünkü halk deyince içinde hepsi var.”
Abdurrahim Karakoç, geleneksel halk şiiri kültürüyle büyüyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Dedesi ve babası da şairdi; böylece Karakoç, küçük yaşlardan itibaren şiirle iç içe bir hayat sürdü.
Şiirleri genellikle dilden dile yayıldı; özellikle türküleştirilen şiirleri onun tanınırlığını artırdı. “Lambada titreyen ateş”in üşüdüğünü herkese duyuran Karakoç’un şiiri bir vicdan şiiridir. Dini, milli ve manevi değerlere bağlı bir çizgisi vardı. Halkı küçümsemeyen, ama halkı uyandırmak isteyen bir dili vardı. Siyasi eleştirilerini taşlamalarla yapsa da ne tam anlamıyla “politik bir şair”, ne de “yalnızlık, gurbet, aşk ve insanlık hallerini” anlatmasına rağmen yalnızca bir “ aşık geleneği temsilcisi” idi. 2012’nin 7 Haziran’ı “Bembeyaz düşler topladık, Bitmemiş işler topladık…” diyen Karakoç’un şiirlerini de toplayarak aldı bu dünyadan. Kendi sözleri ile uğurlayalım:
“Gölgesinde otur amma
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara
Toprak senden incinmesin.”
Cemil Meriç
İdeolojileri “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” şeklinde tanımlayan Meriç, sadece bir yazar değil Hint düşüncesinden Fransız edebiyatına, Osmanlı kültüründen Marksizme kadar geniş bir yelpazeyi bağımsız bir zihinle yorumlamış bir filozoftu. Görmeden gördü, duymadan duyurdu, kelimelerin içine ışık taşıyan bir ambardı. “İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım.” diyen Meriç “ruhunu kelimelerle arayan bir münzeviyim.
Ölümse, belki sadece kitabın kapağının kapanması.” diyerek 13 Haziran 1987’de kapattı kitabını…
Peyami Safa
“Hayat, hastalıkla başlayan bir ölüm provasından başka nedir?
Ama ruh, bu provada olgunlaşır.”
— Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Romanlarında iç çatışmalar, ideolojiler ve ruh hastalıkları dolaşır ama nedensiz değildir: 2 yaşında babasını kaybetmiş ve sıkıntılarla büyümüş olan Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eserine ilham olan “Kemik Veremi” illetiyle savaşmıştır. Fikirle edebiyat arasında zarif bir köprü kurdu. 1961’in 15 Haziranı, bu köprünün ayaklarından birini söktü. Ama hâlâ geçiyoruz üstünden, her düşündüğümüzde insanı.
“Ölüm, insana değil; onun anlamadan yaşadığı hayata yakışır.
Yaşamak, farkına varmaktır.”
— Yalnızız
Hasan İzzettin Dinamo
“İnsanoğlunun kahpesi,
aslandan, kaplandan yırtıcı.
insanoğlunun kahpesi,
her yanda haklı, her işte haklı,
hem de gürültücü, patırtıcı.…”
Hayatının büyük kısmı yoksulluk, mücadele, hapis ve sürgünlerle geçen Dinamo sosyal adalet, savaşların yıkıcılığı, işçi sınıfı ve halkın direnişi ile ilgilendi. Ama en çok çocukları düşündü, savaşsız oyunları. Dinamo’ya göre ölüm, sınıfsal bir eşitsizliğin sonucuydu ve direnişin anlamı ancak bu ölümleri unutmamakla mümkündü. Ona göre gerçek ölüm, insanların düşünce ve isyan gücünün yok olmasıydı.
“Aradığım fazla değil
bir lokma ekmek kapısı
ne ebediyetin yapısı
ne cennetin lokantası.” diyen Dinamo’yu 20 Haziran 1989’da kaybettik; belki de bir şiir daha az yazıldı o gün…
Cahit Külebi
“Bir gün ölürsek memlekette ölürüz,
Toprak da bizim, gözyaşı da…”
— Türkçem Benim Ses Bayrağım
Yurdunu “öpüp başına koyduğu ekmek” kadar seven şair, yazdığı şiirleri üç ustadan öğrenmiştir: “Halk, doğa ve kadınlar.”
Memleketin dağlarından, yaylalarından kopan bir sestir Külebi. İçten, yalın ve sarsıcı… Onun şiiri, Anadolu’nun yürüyüşüdür. “yarış eden atların yelesinde, savrulan toz” diye kendini anlatan Külebi yine kendi sözleriyle
“belki de haziran
bulacak naaşımı
belki de haziran.”
diye yazdığında hissetmiş miydi “20 Haziranın”, onu bir yokuşun başında susturacağını, Anadolu’nun öksüz kalacağını?
Ahmet Muhip Dıranas
“Bekleyeceğim elbette
Gelişini
Yaşamak başka nedir;
İsterse ta kıyamete
İlla seni
Ki bu aşk başka nedir.”
Çapkın Fahriye Abla’yı dizeleriyle bizi anlatan Dıranas’ın kaleminde aşk, bir iç çekiştir. Bir durakta unutulmuş mendil kadar masum, bir rüzgar gibi geçici ama geçmeyen. Ölüm, bir bitim değil, bir dönüşüm veya sonsuzluğa açılan bir kapı gibidir Dranas’a göre ve 21 Haziran 1980 tarihi O’na sonsuzluğun kapısını açtı.
Haziran, bir takvim yaprağı değil yalnızca, edebiyatın kalbinde açılmış kalıcı bir yaradır. Ama yara ne kadar derinse, o kadar kuvvetlidir hatırlamak.
Her insan iz bırakmaz hayatta ama iz bırakanların da bazıları yara açar, kabuk tutsa da asla iyileşmeyen; bazısı da insana dair tüm bu yaralara merhem olur. Edebiyatın merhem olan bu insanları her Haziran yeniden doğuyorlar: Kitap sayfalarında, okul sıralarında, bir üniversite kantininde ezberlenen mısralarda, ilk aşkın hasretinde veya vuslatında, bir otobüste sessizce açılan cep kitabında, isyan ateşinin ortasında… Ölmediler.
Sadece “biraz daha sessiz” yaşıyorlar.
Şiirlerle ve Sevgi’yle kalın…