Sosyal medyada sıklıkla karşımıza çıkan bir anekdota göre antropolog Margaret Mead’e bir öğrencisi tarafından uygar bir toplumun en erken belirtisinin ne olduğu sorulur. Mead, öğrenciyi şaşırtacak şekilde, medeniyetin ilk işaretinin iyileşmiş bir insan uyluk kemiği olduğunu söylemiştir. Çünkü iyileşmiş bir kemik, yaralı bir insanın başkalarından yardım alarak korunduğunu, beslendiğini ve böylece iyileştiğini gösterir. Yaralı kişi yaşadığı topluluk içinde şefkat ve dayanışma görmüştür. Hayatta kalma bireysel çabaya dayanmaktan çıkarak toplumsal bir dayanışma ve beceri halini almıştır.
Uygarlığın, bir başkasının acısını görüp yardım etme iradesiyle başladığı şeklinde empatik ve insani bir yorum yapan Mead’in karşısında, uygarlığın tarım yapılmaya başlanması, yazının icadı ve devletleşme olarak tanımlandığı fikirler de vardır. Ancak bazı filozoflar da uygarlığın doğuşu konusunda Mead’i destekler. Fransız filozof Levinas bir başkasının varlığını bilmenin ve onun ihtiyacına cevap vermenin uygarlığın ortaya çıkmasının ahlaki bir başlangıcı olduğuna inanır. Alman doktor ve filozof Albert Schweitzer’in “Yaşama Saygı” ilkesi de Mead’in görüşüyle aynı düzlemdedir: Medeniyet, yalnızca teknik bir ilerleme değil, ahlaki bir seçim olarak yaşamı koruma sorumluluğudur. Dolayısıyla uygarlık konusunda farklı olan bu fikirlerin nedeni önceliklerimiz ve amaç- araç gibi faktörlerdir.
Mead’in karşısında olan uygarlık fikri aydınlanma düşüncesine ve daha da geride antik uygarlıklara dayanır: Üretimini arttıran, bir araya gelip şehirler kuran, sosyal hayatı yazılı yasalarla düzenleyen ve bilim-sanat alanında gelişen toplumlar uygardır. Fakat Hitler’in şehirleşmiş Almanyası, Antik Roma’daki gladyatör dövüşleri ve yaşadığımız çağda kişi başına düşen milli gelirin artmasına rağmen eşit olamayan veya yalnızlaşan insanlar düşünüldüğünde bu fikrin önemli eksiklikleri olduğu söylenebilir. Medeniyetin teknik tarafı insanın ve toplumun onurunu sağlamaktan uzaktır. Oysa Mead’in önceliği insanın insana verdiği değerdir, maddi değil ahlaki kalkınmadır ve toplumun en zayıf halkasına gösterdiği şefkat ve dayanışmadır. Dolayısıyla şehirleşme ve ekonomik kalkınma toplumun refahı ve düzeni için araçken, insanın neden var olduğu sorusunun cevabı olan adalet, merhamet veya şefkat ise amaçtır.
Bir toplumun üyelerinin, içlerindeki zayıf halka konumunda olan bireyleri koruma altına alması, yaşanan afetlerden sonra gönüllü yardımlaşmaların olması, yaşlıların ve engellilerin sosyal hayata etkin katılımının sağlanması, eşit şartlarda sağlığa erişim, doğum izinleri, anne ve çocuk yardımları, işsizlik maaşı, evsizlere barınma gibi hizmetler Mead’in uygarlık anlayışının somutlaşmış halidir. Ama her şeyin zıttıyla var olması durumu medeniyet kavramını ve uygulamasını da es geçmemiştir. Norveçli yazar Karl Ove Knausgård’ın “Kavgam” adlı çok ciltli otobiyografik romanındaki “Norveç’te kimse aç kalmaz ama kimse gerçekten görülmüyor olabilir.” sözü toplumun bireye sunduğu güvenli alana rağmen bireyleri yalnızlık ve kaygıdan kurtaramadıklarını itiraf eder.
İskandinavya kurumsal düzenleme ve uygulamalarla sosyal devlet olarak güçlü ama toplumsal şefkat ve dayanışma açısından zayıftır. Ortadoğu’da bu durumun tam tersi farklı zümre ya da inanç üyelerini, kadınları dışarda bırakan kurumsal bir zaafiyet olsa da komşuluk, aile içi yardımlaşma gibi yönelimlerle toplumsal dayanışma güçlü ve etkilidir ancak bu yönelimler geleneksel bakış açısını yansıtır ve bireysel tercihlerle süregelir.
Genel bir sınıflandırma ile medeniyet dediğimiz kavramın olmazsa olmaz dört elementi vardır: Gıda fazlası, iş bölümü, organize olmuş bir hükümet ve yazı sistemi. İnsan topluluklarının hayatta kalması için sürekli gıda arayışı olmazsa diğer istek ve arzularına zaman ayırabilir. Yine aynı şekilde bireyler belli bir iş alanında yetkinleşir ve sorunlar çözümlenebilirse diğer ihtiyaçlarına ayıracak vakitleri olacaktır. Organize bir yönetim ya da inanç altında birleşirlerse birbirlerine güvenleri olur ve ticaret ve hizmet sağlayabilir. Yazı sistemi ile iletişim kurup farklı kültürlerle anlaşabilir, sonraki nesillere aktarım yapabilirler. Bahsedilen bu dört unsur medeniyetin işlevleridir ancak bu işlevlerin amaçları da en az kendileri kadar önemlidir. Medeniyet birey veya topluma kendilerini geliştirebilecekleri refah bir alan sağlamalı; kültürel bilgi, değer ve mirasları nesiller boyu koruyup aktarabilmeli; şiddeti azaltacak ve çatışmaları çözecek mekanizmalar oluşturabilmeli; bilim, teknoloji ve sanatta ilerlemeyi desteklemelidir.
Bir doktor bilgisini insanı öldürmek veya yaşatmak için kullanabilir; bir mühendis inşa edeceği binalarla ölüme ya da yaşama karar verebilir; asker ya da polis silahını suçlu ya da masum birine doğrultabilir; çiftçi ürünlerinin genetiği ile oynayabilir ya da organik halde sunabilir; yönetici bir ülkeyi yok edebilir ya da ayağa kaldırabilir; bir aile çocuğunu kötü ya da iyi bir insan olacak şekilde yetiştirebilir… Bu örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla medeniyet kavramının elle tutulur somut göstergeleri insana ve yaşama dair her olguya saygı ve sevgi ile harmanlanmalıdır.
1943’te İtalyan direnişine katıldığı için tutuklanıp Auschwitz kampına gönderilen İtalyan yazar Primo Levi hem bilimsel hem de insani tanıklığını anlattığı “İnsan mıydı?” kitabında şunu sorar:
“Biz bu kampı nasıl inşa ettik?
Teknikle mi? Hayır.
Merhametsizlikle.”
Sevgi’yle kalın…