“Babalar, oğullarının ilk kahramanıdır, kızları için ise ilk sevgili.” (Victor Hugo)
Dünyaya gelene kadar sadece annesi ile bağ kuran bebeğin dış dünyada tanıdığı ilk insandır babası ama bu tanışma hemen her zaman bir sınanmaya dönüşür: Babasıyla yaşamak ya da yaşayamamak. Varlığı çoğu zaman bir gölge gibiyken, yokluğu o gölgenin bile arandığı bir eksiklik halidir.
Toplumdaki büyük çoğunluğun taşıdığı yaralar “baba”sından armağandır. Freud’un Oedipus karmaşasından Jung’un gölge arketipine birçok sorunda babanın izi ya da yokluğu vardır.
Carl Gustav Jung’a göre her bireyin içinde bir “gölge” yaşar: Bu gölge toplum, aile ve özellikle baba figürü tarafından istenmeyen, bastırılan, “ayıp” ya da “zayıf” bulunan yönlerin toplamıdır. Bir çocuk, babası tarafından: “Ağlama erkek ol” diye uyarılırsa, duygusallığını; “Ne kadar başarısızsın” diye küçümsenirse, kendine olan güvenini; “Sen benim oğlum/kızım değilsin artık” gibi sözler işitirse, ait olma arzusunu bahsedilen gölgeye hapseder. Bu bastırılanlar yıllar sonra öfke, korku, kibir, bağımlılık veya değersizlik olarak geri döner.
Jung’un tanımıyla, karanlık mirasıyla yani gölgesiyle yüzleşemeyen kişi onu başkalarına yansıtır. Eğer baba:
Korkulan bir otorite olduysa, birey hayat boyu otoriteye direnç gösterir; İlgisiz bir hayalet olduysa, kişi sevgi arayışında fazlaca teslimiyet yaşar; Aşırı idealize edilmiş bir baba varsa, kişi kendi içindeki başarısızlığı affedemez. Franz Kafka, babası Hermann Kafka’ya yazdığı mektupta “Senin gölgenle büyüdüm, varlığınla değil” der ve ekler “Sizin bana olan güvensizliğiniz bile benim özgüvensizliğim -ki bunu da siz bana aşıladınız- kadar değildir. Yaralıyım; bu sizin yüzünüzdendir.”
Bir erkek baba olduğunda kendi babasının gölgesine daha çok yaklaşır ve iki seçeneği vardır: ya kendi babasının uzaklığı ve sertliğini sürdürmek ya da tüm bu karanlık yanları telafi etmeye çalışmak. Bu ikilik bile farkına varmadan geçmişimizi sırtlayıp çocuklarımıza taşıdığımız anlamına gelir. Bu nedenle karanlık yanlarımızla yüzleşmek sadece bizim için değil ailemizin gelecek kuşakları için de “birey olmamızı” sağlayan önemli bir temizliktir.
Babalık doğuştan gelen bir rol değil, zamanla öğrenilen ve bedenle içselleştirilen bir süreçtir.
Çünkü baba olan erkeklerde, çocuğu doğduktan sonra testesteron seviyesi düşerken “bağlılık hormonu” olan oksitosin artar. Bu değişim babanın çocuğuna daha empatik yaklaşmasına yardımcı olur. Ancak bu empatik tutumun devamı ya da ilerlemesi babanın çocuğu ile ilgilenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Eğer babanın empatik tutumu çevresi tarafından desteklenmezse sessizleşip geriye çekilir.
Anne hayatın sürekliliği için elzemdir ama baba dünyaya açılan penceredir çocuk için, özellikle kimlik gelişiminde ve özgüven kazanımında kritik bir rol oynar. İlgili bir baba, çocuğun duygusal zekasını artırır, eşinin yüklerini paylaşarak onun ortağı olur. Sevgi dolu bir baba, çocuğun daha az kaygılı, daha yüksek özgüvenli olmasını sağlar. Sert, ilgisiz ya da baskıcı bir baba ise; aile içi dengeyi bozduğundan çocuğun iç dünyasında “Suçluluk, Yetersizlik,
Öfke” mirası, annelerde ise tükenmişlik hissi bırakabilir.
Yaşadığımız toplum babayı “aileyi koruma ve geçindirme” görevi ile sınırlamış, “erkek adam ağlamaz” telkinleriyle de duygularını saklar hale getirmiştir. Oysa “sırtımızı yasladığımız dağlarımız” neden güzel çiçeklerle veya ormanlarla güzelleşmek yerine çorak topraklarla kaplansın? Anneler aileyi geçindirme konusunda babaların yükünü paylaşırken, babalar neden duygularını açıklamayı, ağlamayı, anlatmayı yaşayamasın? Sokaklarda küfredip kavga etmekten, birilerini dövmekten ya da öldürmekten utanmayan erkek neden eşine ya da çocuklarına “seviyorum” demekten ya da kucaklamaktan çekinsin? Kime sorsan “Cennette çocukları ve diğer sevdikleri ile birlikte ebediyyen yaşamak” hayali kurarken yaşadığı anda hepsi yanındayken bu cenneti yaşamamak hangi gerekçeyle savunulsun? Yedek parçası olan, tamir edilebilen ve parayla satın alınabilen iki ya da dört tekerlekli bir aracı kullanabilmek için bile belli bir yaşa gelmek ve gerekli eğitimleri alıp bilgi ve becerini sınavlarla ispat etmek zorunluluğu varken, bir çocuğu dünyaya getirmek ve büyütmek neden bu kadar basit ve sıradan bir rutin şeklinde devam etsin?
Öncelikle çocuğun ihtiyaçları belirleyici olmak üzere mağara döneminden kalma içgüdüsel tutumların tekrar gözden geçirilip, ailedeki görev paylaşımlarının yeniden düzenlenmesi hem aileye hem de topluma sağlıklı bir ortam sağlayacaktır. “Ben de babamdan böyle gördüm.” bahanesi eskiden kalma alışkanlıkları değiştirmenin ve yeni beceriler edinmenin zorlayıcılığına karşı sunulan bir çıkış yolu, “arkasına saklanılan bir incir yaprağıdır.” Çünkü hem erkeğin, hem kadının hem de çocukların yaşam tarzı, imkanları ve ihtiyaçları değişmiştir. Bu değişime ayak uydurmak çocuklara fiziksel ve ruhsal açıdan sağlıklı bir gelecek sağlarken babanın da kendi ailesinden kalan yaralarını iyileştirir. Çünkü her baba, biraz kendi babasının izini taşır. Ve her çocuk, bir gün babasına dönüşür veya ona direnerek kendini bulur. Belki de en büyük devrim, babaların çocuklarına “Ben de korkuyorum.” ve eşlerine her ortamda “Seni seviyorum.” diyebildiği andır.
Dileğimdir: Baba sadece biyolojik bir ünvan değil; geçmişin yaralarını sağaltıp
karanlığını aydınlatan, daha iyi bir gelecek için umut savaşçısı olsun. Sessiz bir gölge veya sütun gibi varlığı hissedilmeyen değil; kendi duygularının farkında, kırılmış dallarını bilen bir rehber olsun. Korkulan değil anlaşılan, uzak değil dokunan, susan değil konuşan bir baba olarak sadece evinin direğinde değil çocuklarının yüreğinde yerini bulsun.
Oğullarına ilk kahraman, kızlarına ilk aşk, eşlerine son aşk olabilen veya olmaya gayret eden tüm babaların günü kutlu; sevenlerinin yüreğinde yerleri daim olsun…
Sevgi’yle kalın.