Bir sabah aynı kahveyi aynı kupada içerek güne başlıyoruz. Aynı yolu yürüyerek işe gidiyor, aynı sözlerle selam veriyor, aynı pencereden dışarı bakıyoruz. Bazen durup düşünmeden yapıyoruz tüm bunları. Çünkü alıştık.
Alışkanlık; bir davranışın, bir duygunun, bir mekânın, bir insanın bizde yer edinmesidir. Tanıdık olanın sunduğu güvenle zihnimiz rahatlar, ruhumuz korunma hissiyle sarılır. Peki ya alışmak her zaman iyi midir? Ya bizi görünmez zincirlerle bağlayan bir sürgünse?
İyi alışkanlıklar hayatımızı düzenler. Sabah yürüyüşleri, kitap okuma saatleri, sağlıklı beslenme gibi rutinler bize istikrar ve sağlık kazandırır. Bu tür alışkanlıklar zamanla kişiliğimizin bir parçası hâline gelir. Günün içinde karar vermek zorunda kalmadan yaptığımız bu tanıdık eylemler, zihinsel enerjimizi korumamıza yardımcı olur.
Ancak her alışkanlık bu kadar masum değildir. Bazen kötü bir işe, yoran bir ilişkiye, bizi tüketen bir duygusal duruma da alışırız. Örneğin, bir iş yerinde yıllardır mutsuz çalışan biri, sırf “alıştı” diye kalmayı seçer. Ya da sevilmediğini bildiği bir ilişkiden kopamaz; çünkü yalnız kalmaktan daha çok korkuyordur. Kötü olanın tanıdıklığı, bilinmeyenin belirsizliğinden daha güvenli gelir.
Toplumsal düzeyde alışkanlıklar sadece geleneklerle sınırlı değildir; bazen çok daha tehlikeli alanlara da sirayet eder. Örneğin bir toplumda adaletsizlik sıradanlaşmışsa, hukuksuzluk gündelik hayatın parçası hâline gelmişse, insanlar bu duruma zamanla “alışır”. Bir memurun rüşvet almasına, bir kadının sokakta tacize uğramasına, bir çocuğun eğitim hakkından mahrum bırakılmasına artık kimse şaşırmıyorsa, orada alışkanlık yerini duyarsızlığa bırakmıştır. Zorbalık ve baskı, yeterince tekrarlandığında bir norm hâline gelir. “O zaten hep böyleydi” cümlesi, hem suçun hem sessizliğin ortak paydası olur. Toplumsal alışkanlıklar bu noktada birer vicdan erozyonuna dönüşebilir. Oysa alıştığımız her kötülük, gelecekte daha büyük bir kötülüğe alan açar.
Cemal Süreya’nın şu sözleriyle bu durumu daha iyi anlayabiliriz:
“Beni unutman için her şeyin bir alışkanlık haline gelmesi gerek.”
Alışkanlıklar, tıpkı bir ilişkiyi soğutmak gibi, toplumsal normları da yavaşça aşındırır. Her şeyin bir alışkanlık haline gelmesi, bu durumu kabul etmekle sonuçlanır; tıpkı zamanla kaybolan bir duygunun alışkanlığa dönüşmesi gibi, toplumsal adaletsizlik de bizim için sıradanlaşır.
Alışkanlık sona erdiğinde insan garip bir boşlukta bulur kendini. Sanki bir parçan kaybolmuş gibi olur. Çocukluğunun geçtiği ev yıkıldığında, her sabah selamlaştığın bakkal dükkânını kapattığında, o boşluk daha çok hissedilir. Çünkü alıştığımız şeyler yalnızca davranışlar değil, duygusal bağlardır da. Psikolojide bu, “alışkanlık bağımlılığı” olarak tanımlanır; felsefi olarak ise, “yoklukta varlığı fark etmek”tir.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizeleri de bu duyguyu çok iyi özetler:
“Sonsuzluk, alışkanlıkla evlendiğinde, değişim bir yabancı olur.”
Alışkanlıklar insanı öyle sarar ki, değişim bir yabancı gibi gelir. Değişime yer açabilmek, alışkanlıkların gölgesinde yaşayan bir insan için cesaret gerektirir. Sonuçta, alışkanlıklar yalnızca sabırlı bir şekilde bize benzer bir hayat sunmaz; aynı zamanda değişimden kaçmamıza da yol açar.
Unutmayalım: Alışmak kolaydır. Uyanmak cesaret ister.