Merhabalar sevgili dostlar,bu hafta aslında hepimizin yakından tanıdığı bir duyguyu -ya da durumu diyebibiliriz- anlatmayı yeğledim. Çünkü insanoğlu modern çağda kendinden o kadar uzaklaşıyor ki bazen kim olduğunu unutuyor,bazen kendini kandırıyor ve en acısı da bu farkında olmadığı “kendini kandırma” halinin içinde kaybolmuşken en büyük ihaneti kendine yapıyor-yine farkında olmadan-. Oysaki “kendi olma”nın tadına bir varsa … ah bir varsa… İşte o zaman hayat onun için daha sade ve anlamlı hale gelecek.
Evet …
İnsan olmak öyle kolay bir sanat değil. Vicdanla korku arasında sıkışan, zaaflarını sevmek zanneden, ihaneti ise çoğu zaman kendine yapan bir varlık insanoğlu. Kendini kandırmakta ustalaşmış bir zihinle, sahici “ben”ini saklamış bir kalbin çarpık ittifakı…
Hepimiz bir yerlere ait olmaya çalışırken, asıl kaçtığımız şeyin kendi içimiz olduğunu fark etmeyiz. Sevmek dediğimiz şeyin öznesi mi, yoksa nesnesi mi olduğumuzu sorgulamayız. Birine “Sen benim güvenli limanımsın.” dediğimizde, aslında onunla değil, kendi fırtınamızla konuşuruz. Ve limanlar bunu hep geç anlar.
Değer verdiğimiz şeyleri değersizleştirmekte üstümüze yok. Kıymeti olanı alışkanlık zannediyoruz. Gözümüz alışınca, kalbimiz körleşiyor. Ve bazen sevdiğimiz için değil, sevme hissine ihtiyacımız olduğu için kalıyoruz. Bu da kendi içimizde kendimize yönelik bir tür ihanettir. Buradan bakınca belki en çok da kendimize sadakatsiziz.
Aslında kimiz biz? Hangi “ben” gerçekten kendimiz? Sevilmek isteyen mi, terk etmekten korkan mı, yoksa kendini değerli hissetmek için başkalarının gözlerine bakan mı? İnsanın en büyük zaafı belki de bu: Bir başkasında kendi yansımasını aramak. Ve aynaya bakmak yerine, ayna olmaya çalışanlara tutunmak.
Birinin seni “güvenli liman” olarak görmesi, kulağa ne kadar onurlu geliyor değil mi? Sevilmenin, sığınılmanın, ihtiyaç duyulmanın adı gibi… Sanki varlığın, bir teselli; duruşun, bir huzur alanı. Fakat bu benzetmenin içinde, gözden kaçan bir ağırlık gizlidir: Liman olmak demek, yalnızca beklemek değil, aynı zamanda dayanmak demektir. Çünkü insanlar fırtına patladığında liman arar. Sarsıldıklarında, yaralandıklarında, yönlerini kaybettiklerinde… Ve senin sahilinde demir atarlar. O sırada sen onların gözünde sakin, iyileştirici bir yer olursun. Ama unutmayın ki her fırtına diner bir gün. Gök açar, deniz durulur, rüzgâr hafifler. Ve onlar, senin kıyında kendilerini onardıktan sonra tekrar yelken açarlar ait oldukları sılalarına. Sılaya dönülür ve limanı geride bırakırlar. Ve giderken orada ne bıraktıklarını hiç düşünmez ya da nadiren düşünürler: limana vuran zincir izlerini, paslanan demirleri, aşınan taşları… Güvende olmak isterken, seni güvensiz bırakabilirler…
Ve biz, kendimize şu soruyu sormadan yürümeye devam ederiz: Ben, hangi “ben”i yaşatıyorum? Hangisi gerçek? Hangisi sadece başkalarının sevgisine göre şekillenmiş bir siluet?
Sana ne olur peki? İçinde küçük bir boşluk kalır. Çünkü birini sarmakla kendini unutmuşsundur. Ona güç verirken kendi zaafını beslemişsindir. Onun korkularını taşıyıp kendi korkularını bastırmışsındır. Onun seni seçmesini sevmekle, aslında “seçilmiş” olmayı sevmeyi karıştırmışsındır.
Liman olmak, sandığımız kadar zarif değildir. Bazen seni liman yapanlar, seni hiç tanımamış olanlardır. Sadece ihtiyaçlarının şekline uygun bir yer olduğun içindir o yakınlık. Herhangi bir ihtiyaç giderilince, varlığının anlamı da eksilir gözlerinde. Ve bir gün, arkasına bile bakmadan çekip giderler. O an anlarsın: Güvende olmak isterken seni güvensiz bırakmıştır.
İşte burada başlar insanın kendiyle yüzleşmesi. Çünkü asıl soru şudur: Ben, gerçekten liman mıydım, yoksa sadece onların fırtınasından kaçabileceği ilk sessiz kıyı mı?
Belki de en büyük özgürlük, başkasına liman olmadan önce kendi içimizde bir kıyı inşa edebilmektir. Fırtınasız, sakin, gerçek...
Belki de insanın en büyük zaafıdır: Sevildiğini hissetmek için kendinden vazgeçmeye hazır olmak. Değerli hissetmek için başkalarının yarasını sarma çabası. Ve aslında en derin ihanetin, başkasının gözlerinde anlam bulmaya çalışırken kendi gözlerini görmemek olduğunu bilmemesidir.
Oysa en kıymetli şey, liman olmadan önce, içinde bir ada inşa edebilmektir. Kimse gelmese de ayakta kalacağın, kimseyle tamamlanmadan da bütün olduğun bir yer. Fırtınalar durduğunda değil; sen içinden geçsen de yıkılmayacağın bir iç denge.
Birinin seni “güvenli liman” olarak görmesi… Kulağa ne kadar değerli geliyor, değil mi? Sanki varlığın huzur veriyor, duruşun bir sığınak. Böyle tanımlanmak, bir övgü gibi geliyor önce. İnsan kendini işe yarar hissediyor. Dokunduğu yerde iyileştirme gücüne sahip olduğunu sanıyor. Ama gerçek, bu kadar yaldızlı değil.
Çünkü insanlar, en çok da yorgunken, kırılmışken, dağıldıklarında liman ararlar. Ve o limana yanaşırken, niyetleri iyileşmektir,kendi yaralarını sarmak, yeniden ayakta durmak. Bunu yaparken seni de severler, belki içten, samimi… Ama esas amaçları sende durmak değil, kendilerini yeniden yola koymaktır. Liman olmak, bu yüzden göründüğünden daha ağır bir yüktür. Çünkü limanlar, yolcularını çoğu zaman uğurlamak için vardır. Fırtına diner. Gün doğar. Ve onlar, yeniden açılırken, seni geride bırakırlar. Çünkü liman onların evi değildir. Sadece mola yeridir. Bir onarım noktası. Ve giderken arkalarında ne bıraktıklarına nadiren bakarlar. Oysa sen, onların yüklerini taşıyan zemin olmuşsundur. Demir atarken bıraktıkları çapa, sözcükler, gözyaşları, korkular… Hepsi sende kalır. Ve giderken, senden bir parça götürürler. Hem de hiç farkına varmadan.
Sen ne yaparsın? Önce kalırsın. Kendine sorduğun sorulara cevap ararsın. Oysa mesele senin ne yaptığın ya da yapmadığın değildir. Mesele, onların seni ne olarak gördüğüdür. Bir insan değil de, bir işlevsindir onlar için sadece. Sığınılacak bir yer. Ama kalınmayacak bir yer. Sevilir, ama seçilmezsin. Gidilen değil, dönülen yer olursun. Ta ki yeniden yolculuk başlayana kadar.
İşte o zaman anlarsın: Değer görmekle kullanılmak arasında çok ince bir çizgi vardır. Ve çoğu zaman o çizgiyi, iyi niyetinle kendin silmişsindir. Sevgi zannettiğin şeyin, sadece ihtiyaç duyulmak olduğunu fark ettiğinde, içindeki en derin sarsıntı başlar. Çünkü insan, kullanılmaya razı olduğu yerde en çok kendine ihanet eder. Oysa sen ne istedin? Yalnızca kalınmak. Gidilmemek. Birinin “sığınağı” değil, “varacağı yer” olduğunu hissetmek.
Ama insanın doğasında, ihtiyaç bittiğinde unutuş vardır; fakat sen, bir başkasına liman olurken onun seni nereye koyduğunu düşünmeyecek kadar meşgulsündür. Onu sararken, kendine yabancılaşırsın. Ve gün gelir, içinde öyle derin bir sessizlik oluşur ki seni kimse duyamaz hale gelirsin. Çünkü artık sadece bir liman değil, terk edilmiş bir kıyı olmuşsundur.
İşte burada başlar hakikat. Bu bir kahramanlık hikâyesi değildir. Bu, yavaş yavaş tükenen bir varoluşun sessiz öyküsüdür. Çünkü herkes gidince, geriye yalnızca sen kalırsın.
Belki liman olmak artık yüceltilmesi gereken bir şey değildir. Belki önemli olan, bir başkasının rotası için kıyı olmak değil, kendi içinin yönünü bulmaktır. Kimseye demir attırmadan, kimsenin yükünü sırtlamadan, sadece kendi dalgalarınla kalabilmektir esas olan. İnsan bazen şunu kabul etmelidir: Bazı kıyılara hiç kimse dönmez ve bazı insanlar sadece geçip gitmek için gelir.
Yine de bir şey kalır geriye: Gerçek. Acının içinden süzülen, yanılgının ortasında doğan bir farkındalık… O farkındalık şudur: Liman olmak seni değerli yapmaz. Değerli olmak, liman olmayı gerektirmez. Ve bazen, bir liman gibi değil, sadece deniz gibi özgür olmak gerekir. Kimseyi taşımadan, kimseye yer açmadan, yalnızca kendin olarak akmak. Çünkü en güvenli yer, başkasının sana ihtiyaç duyması değil; senin, artık ihtiyaç duyulmayan biri olmayı göze alabilecek kadar kendin olmandır.
İşte bunu başardığında kendine yabancılaşmayı da bırakmış olursun.
“Kendine Yabancılaşmak”
İnsan, kendini ne zaman yitirir? Bu sorunun cevabı çoğu zaman bir olayda değil, yavaşça biriken anların arasında gizlidir. Bir sabah kalktığında aynadaki yansıman sana ait değilmiş gibi gelir. Gülüşün yapmacık, gözlerin uzaktan bakar. Giydiğin kıyafetler sana ait, ama üzerindeki duruşun değil. Sesin hâlâ aynı sesi çıkarır, ama söylediklerin sana benzememeye başlar.
Kendine yabancılaşmak, yüksek bir çığlıkla değil; sessiz bir iç çekişle başlar. Önce düşüncelerinden uzaklaşırsın. Ne düşündüğünü bilmezsin, çünkü artık ne hissettiğini anlayamazsın. Sonra inandıklarını unutursun. Vazgeçtiğin şeyin ne olduğunu bile hatırlamadan hayatın akışına karışırsın. Başkalarının onayına göre şekillenen cümleler kurar, sevmediğin şeyleri sever gibi yapar, susman gereken yerde konuşur, konuşman gereken yerde susarsın.
Günün sonunda bir boşluk kalır içinde. Tarif edemediğin bir eksiklik, adını koyamadığın bir huzursuzluk. Ve her seferinde kendine, “Neden bu kadar yorgunum?” diye sorarsın. Oysa cevabı çok basittir: Çünkü artık kendinle beraber yaşamıyorsun. Kendini yıllar önce bir yerde, bir seçimde, bir terk edilişte, bir susuşta bırakıp geldin. O günden beri başka biri oldun,olman gerektiği söylenen biri.
Yabancılaşmak bazen sevgiden olur. Sevilmek için bükülmekten. “Ben”i feda edip “biz”de kaybolmaktan. Bazen korkudan: dışlanmamak için, yalnız kalmamak için, yargılanmamak için. Ve bazen de sadece hayatta kalmak için. Ne tuhaf… En çok yaşarken uzaklaşıyoruz kendimizden.
Ve bir gün bir yabancı sana “sen kimsin?” diye sorsa, verecek cevabın olmaz. Çünkü sen artık tanımadığın birinin hayatını sürdüren, otomatiğe bağlanmış bir taklit gibisindir. Dışarıdan her şey yolunda görünür: işin vardır, çevren vardır, sorumlulukların tamdır. Ama içeride bir boş sandalye durur. Bir zamanlar senin oturduğun, şimdi bomboş kalan bir yer.
O boşluk büyür. Konuşurken gözlerinin içine çöker, kahkahanda yankı olur, uykularına karışır. Ve her şeyin yolunda olduğu bir anda, ansızın ağlamak istersin. İşte o an, içindeki benliğin çırpınışlarını duymaya başlarsın. O susturduğun çocuk, o sustuğun kadın, o korktuğun adam… Hepsi senden ses ister. Geri dönmeni ister.Ama dönmek kolay değildir. Çünkü ne zaman kendin olmaya çalışsan, seni bugünkü hâline alıştıran herkes karşına dikilir. “Sen değiştin,” derler. Oysa sen sadece geri gelmeye çalışıyorsundur. Kendine. Öz’üne.
Kendine yabancılaşmak, insanın içini kemiren bir unutma biçimidir. Ve bu unutma, zamanla içini çürütür. Çoğu insan bununla yaşar. Ama bazıları bir gün, her şeyi riske atarak geri dönmeyi seçer. O yol sancılıdır, yalnızlıktır, mücadeledir. Ama sonunda, o boş sandalyeye yeniden oturmak… İşte en büyük devrim odur.
Çünkü insanın kendisiyle yeniden tanışması, dünyadaki en zor ama en şifalı karşılaşmadır.
Ve o an, yıllardır ihmal ettiğin birini ilk kez fark edermişçesine, kendine bakarsın.
İçinden bir ses yükselir: “Ben buradayım. Hiçbir yere gitmedim.”
Ve bir sabah, hiçbir şey değişmemiş gibi görünen ama her şeyin değiştiği bir sabah, aynaya baktığında artık tanıdık bir çift gözle karşılaşırsın.
Yabancı yoktur. Maskeler düşmüştür. Ve sonunda, o boş sandalyeye yeniden sen oturmuşsundur. Bu, hayatın sana sunduğu en sade, en sessiz ama en hakiki zaferdir: Kendinle barış içinde kalabilmek. Kendine yeniden dönebilmek. Ve bu defa, gitmemek.
Unutma:
Kimsenin limanı, duvarı, sabrı, atlası olmak zorunda değilsin. Senin de yorgunluğa hakkın var. Senin de sığınacak bir yerin olmalı. Sığınılan kişi olmanın bedelini ödemek zorunda değilsin. Çünkü asıl güç, herkesin yükünü taşımakta değil; kendi sınırını çizebilmekte saklıdır. Ve gerçek sevgi, seni sadece ihtiyaç duyulduğunda değil; sen olduğun için isteyen insanlarda saklıdır.
Kayıp haritalarda değil, kendi adanızda ve kendi limanınızda gerçek sevgiyle kalın…