Zaman sanki hızla değil, hoyratça geçiyor. Günler birbiri ardına ekleniyor ama her biri bir şeyleri eksilterek. Sabahların neşesi azaldı, akşamların dinginliği yok artık. Kalabalıklar içindeyiz ama yalnızız; bilgiyle çevriliyiz ama anlamdan yoksunuz.
Bazen düşünüyorum: Bu kadar çok şey bilmek, bu kadar çok şeye sahip olmak… bizi neden daha iyi insanlar yapmıyor?
Hayatlarımız, kazanmak ve yetişmek üzerine kurulu. Ama neye yetiştiğimizi, neyi kaybettiğimizi pek az sorguluyoruz. İnsan dediğin, sadece ilerleyerek değil, durup bakarak da büyür aslında. Bir şeyin eksik olduğunu hissediyoruz, ama adını koyamıyoruz. İçimizde bir boşluk var, sesini duyuyoruz ama üstünü örte örte yaşamaya devam ediyoruz.
Ahlak… artık sadece öğretilen bir ders adı gibi. Erdem… kitaplarda geçen eski bir kelime sanki. Ama biz bu iki kelimenin ağırlığıyla şekillendik bir zamanlar. Hatırlamıyoruz belki, ama özlüyoruz.
Ve belki de tam bu yüzden kendimize artık şu soruyu sormaktan kaçıyoruz:
“Ben kim olmak istiyorum?”
Bu soruyu kendime sık sık sormaya başladığımda şunu fark ettim: Çünkü insan kendi içindeki sesi, çoğu zaman toplumun yankısıyla duyar. Şimdi, toplumla birey arasındaki o sessiz kopuşa birlikte bakalım.
Toplum dediğimiz şey, insanın iç dünyasının kolektif izdüşümüdür. Ne varsa içeride, dışarıda o olur. Ahlak, sadece bireyin değil, toplumun da vicdanıdır. O sustuğunda, önce ilişkiler bozulur. Ardından diller, davranışlar, kurumlar… Sonra koca bir sessizlik çöküverir. Herkes konuşur ama kimse gerçeği söylemez. Herkes bakar ama kimse görmez. Herkes yaşar ama kimse anlamaz.
Yıllar önce bir veli toplantısında, bir anne şöyle demişti:
“Hocam biz çocuğa notunu soruyoruz, siz hâlâ karakterini anlatıyorsunuz.”
Duraksamıştım. Ama içten içe şunu hissetmiştim:
Asıl derdimiz tam da buydu. Çocuklarımızı yalnızca “başarıya” hazırlıyor ama hayata hazırlamıyorduk. Ve hayat, notlardan ibaret değildi.
Bugün çocuklar ne kadar çok şey öğreniyor, ne kadar az şey hissediyor…
Tam burada, kendime bir başka soru daha sormam gerektiğini fark ettim: Bilmek neden yetmiyor? Cevabı, beni insanın özüne götürdü.
Oysa bilmek yetmez.
Nasıl biri olduğumuz, bilgiden önce gelir. Çünkü karakteri olmayan bir bilgi, ne iyileştirir ne de onarır.
Bilgi, bir taşıma aracıdır: Ne taşıdığınıza bağlı olarak şifa da olabilir, yıkım da.
Elinizde bıçak vardır; bir cerrah onu hayat kurtarmak için kullanır, bir başkası can almak için.
Bilgi de aynıdır. Doğru ellerde bir çocuğun hayatını değiştirebilir, yanlış ellerde bir toplumun vicdanını yok edebilir.
Bugün bilgiyi her yerden edinebiliyoruz. Bir tıkla her bilgiye ulaşmak mümkün. Ama karakter?
Karakter, ulaşmakla değil, yoğrulmakla oluşur.
Yavaş yavaş, insanın içini kazıya kazıya inşa olur.
Sınavdan yüz alan bir öğrenci düşünelim. Ama hakkını çiğneyerek, başkasının emeğini ezerek almışsa… o bilgi, bir sonuçtur ama bir kazanım değildir. Çünkü kazanç dediğimiz şey, sadece puanla değil, nasıl bir insan olduğumuzla ölçülmelidir.
Eğer karakter bilgiden önce gelmezse, bilgi zamanla bir gösteriş aracına dönüşür. Ve gösterişin olduğu yerde, içtenlik kaybolur.
Bu yüzden öğretmenin tahtaya yazdığı bilgiler değil, sınıfa taşıdığı duruş kalır hafızalarda.
Ve o duruş, yıllar sonra bile öğrencinin vicdanında yankılanan bir ses olabilir.
İşte tam bu noktada, içimde hep yankılanan başka bir kavramı düşünmeden edemiyorum: ahlak. Çünkü o, görünmeyeni taşımaktır.
Ahlak nedir? Bir yasa mı, gelenek mi, alışkanlık mı? Hayır. Ahlak, görünmeyen bir yükü omuzlamak demektir. Kimse bakmazken doğru olanı seçmek. Kendini haklı çıkarmak değil, içini temiz tutmak. Gücün değil, vicdanın sesine kulak vermek.
Bugün çocuklara en zor öğrettiğimiz şey bu: Gözle görülmeyen değerlere tutunmak.
Çünkü çevrelerinde gördükleri “başarı hikâyeleri” çoğu zaman ahlaktan arındırılmış yollarla dolu.
“Yeter ki kazan” diyen bir çağda, “haklı ol ama haksızlık etme” demek çocuğa hem büyük hem garip geliyor.
Oysa… C.S.Lewis’in şu cümlesi bir toplumda ahlakın ne olması gerektiğini çok güzel anlatır:
“Ahlak, kimse bakmıyorken nasıl davrandığınızdır.”
Bu cümle, belki de bir toplumun yeniden inşasının ilk taşı olabilir.
Ama bu taş, önce kalpte şekillenir.
Ben kendi mesleğimde de, kendi hayatımda da o taşı hep içimde taşıdım. Ama o taşın biçimi, duruşla değil, davranışla şekillenir. Belki de bu yüzden şimdi, erdemin ne anlama geldiğini hatırlamaya ihtiyacımız var.
Erdem gösterişli değildir.
Tevazu gibi sessizdir, sadakat gibi zamana yayılan bir sabırdır.
Bir öğrencimin teneffüs sonrası yerleri süpüren görevli için çöp kutusunu elindekilerle karıştırmadan bırakması…
Bir diğerinin, arkadaşına söz vermişse ille de yerine getirmeye çalışması…
Bunlar büyük olaylar değil. Ama insanı insan yapan, tam da bu küçük şeyler.
Erdem, göze sokulmaz. Hissedilir.
Ve çoğu zaman, söylemeden öğretir.
Çünkü öğrenci, öğretmeninin ne dediğini değil, kim olduğunu hatırlar.
Tıpkı toplumun da, hangi yasaları değil, hangi insanları yetiştirdiğiyle anılması gibi.
Ben bir öğretmen olarak hep şuna inanmak istedim:
Gerçek izler, sessizce bırakılır.
Ve şimdi son bir soruyla kendime dönüyorum:
Ben hangi izi bırakmak istiyorum bu dünyada?
İnsanı ayakta tutan şey yalnızca bilgisi, zekâsı ya da başarısı değildir.
İnsanı ayakta tutan şey, içindeki o ince ayardır: Vicdan.
Eğilip bükülmemek için değil, eğilmesi gereken yerde bükülebilmek için gerekir.
Ahlakı hatırlamanın bir nostalji değil, bir direnme biçimi olduğunu düşünüyorum.
Ve bu direnişi, en önce biz öğretmenler başlatmalıyız.
Çünkü kalemle yazdığımız bilgiyi rüzgâr alıp götürür; ama örnek olarak yaşattığımız ahlak, bir ömür sürer.
Belki de artık şu soruyu sormanın zamanıdır:
“Hangi izleri bırakmak istiyoruz ardımızda?”
Ve bu izler, hangi sessiz adımlarla başlıyor?
Sevgiyle kalın…